Bana Kendini Anlatsana?
Bana Kendini Anlatsana?
Bana Kendini Anlatsana?
Hayat bana en çok da şunu öğretti. İnsan kırklı yaşlarına kadar sadece yaşar ve yaşadıklarını biriktirirmiş geri kalan ömründe ise yaşadıklarını kalemine dökermiş.
Sanırım çok yaşamış, öğrenmiş ve biriktirmişim…
Anlatmam gereken o kadar çok hikaye varmış ki; bir kırk sene daha yaşar mıyım? bilinmez ama hayatımın geri kalan kısmında da yazmaya devam edeceğim apaçık belli.
Hayatın bence en önemli iksiri önce kabuklarınızdan kurtulmanızdır. Kendinizi keşfedebilmek ve kendinizi tanıyabilmek adına bunu bir an önce yapmanız gerekli…
İlk soru ben neyim!
Ben kimim, bu evrende oluş amacım ne için?
Ben kendimi hep şöyle tanımlarım. İnsanların hayatlarına dokunmak için yeryüzüne gönderilen bir fani. Evet insan hayatı!
Şu an en ucuz olan şey de bu değil mi? İnsan hayatı yani…
Yazarlığa nasıl başladığıma gelmeden önce sizlere biraz Gülcan Arıcan dan bahsetmek istiyorum.
Bu soru sorulduğunda henüz yirmili yaşların ortasında genç bir kadındım. Akademik kariyerimi yeni tamamlamış, hayatın o yoğun, yorgun ve keşmekeşliğine atılacağım zamanlardan bahsediyorum.
Otuzlu yaşlarda kendini görmek istediğin yer neresidir diye sorulduğunda ise;
Evet o zaman cevap verdiğim tam da şöyle idi!..
‘’Kendimi olmak istediğim yerde görmek istiyorum.’’ Öyle de oldu. Olmak istediğim yerde ve olmak istediğim zaman dilimindeyim.
Zamanla aramın pek iyi olduğunu söyleyemeyeceğim doğrusu, çünkü hayatım hep bir şeylerin peşinden koşuşturmakla geçti. Hep bir şeyler yetişme çabası…
Hayatı hep kovalayan bir insansanız zamanla aranız pek iyi olmuyor çünkü.
Herkes ve her şeye yetişmeye çalışan bir insan olarak söylüyorum bunları çünkü hayatım başkalarına yetişmeye çalışırken hep kendisine geç kalan bir insan olarak tarihe geçecek…
Bu ülkede eğer bir kız çocuğu olarak dünyaya geliyorsanız zaten 1-0 yenik başlıyorsunuz demektir hayata!
Evet bundan tam kırk sene önce 13 Ekim Cuma günü sabahın kendini hissettirdiği saatlerde annemi sancılar içinde yataktan uyandırmışım. Eee o zamanlar şimdi ki gibi teknolojik cihazlar, hastaneler ve her an ulaşabileceğimiz hekimlerde de yok.
1983’ li yıllardan bahsediyorum. Koskoca kırk sene öncesinden.
Cinsiyetiniz de ne yazık ki ebe elinizde sizinle gelip gözünüz aydın! bir kızınız/ oğlunuz oldu diyene kadar da öğrenilmiyormuş. Şimdiki gibi ‘’Gender reveal partyleri’’ de yoktu tabii ki!
Babam ‘’ Erkek adamın erkek çocuğu olur’’ naraları ile kendinden emin koridorları arş ederken ufak bir hayal kırıklığı ile kalakalmış. Erkek olarak dünyaya geleceği evladı ne yazık ki pembe kimlikli bir kız evladı olarak doğmuştu. Ne kadar hayal kırıklığı ve üzüntüsünü saklamaya çalışsa da bunu pek başarabildiğini söyleyemeyeceğim. Şu gerçeği bir kez daha tecrübe etmiş hayat insana hiçbir zaman istediğini altın tepside sunmuyormuş.
Kaderine boğun eğip kapkara gözlerle kendisine bakan kızını bağrına basmış…
Bizim oralarda yani Anadolu’da erkek evlat bir baba için hayati bir önem taşımakta.
O yörelerde doğup büyüyenler bunu çok daha iyi bilirler Anadolu’da erkek evlat versin diye kumalar getirilirdi halen daha var mı bilmiyorum. Babam tabiî ki bunu yapmadı…
Babamla olan ilişkimden bahsetmek istiyorum konudan çok kopmadan…
Bir kız çocuğu iseniz; Baba-Kız ilişkisini hepiniz çok iyi bilirsiniz…
Kız çocuklarının ilk aşkı hep babaları olur. Babaları gibi bir adamla evlenmek isterler.
Ben babamdan öğrendiklerimle bugün Gülcan Arıcan oldum.
Aslında benim babamla öyle herkes gibi bir baba kız ilişkim hiç olmadı. Çok otoriter bir babanın kızıyım ben. Bir o kadar da sosyalist ve Atatürkçü.
Babam bana şu hayatta her daim dimdik durmayı öğreten adamdır.
Namusun, şerefin, haysiyetin tüm değerlerden daha üstün olduğunu koltuk ve mevki için değerlerimden vazgeçmemem gerektiğini anlatmakla geçti ömrü.
Bir lokma ekmek için el etek öpmememi, makam ve çıkar ilişkisi için duruşumdan asla taviz vermememi, Mustafa Kemal Atatürk’ün çizdiği yoldan sapmamamı, ezilenin yanında ezenin ise babam dahi olsa her daim dimdik karşısında durmamı öğreten adamdır babam…
Evet beni ben eden o insan.
Söyledim ya size ben bugün ki ‘’Gülcan’ı’’ o adama borçluyum diye!..
Kırk yıl boyunca dostta biriktirdim, düşman da. Canım yanmadıkça kimseye zararım dokunmadı.
Ömrüm hep merhametli ve adil bir insan olmaya çalışmakla geçti.
Oldun mu? diye sorduğunuzu duyar gibiyim!
Evet çok da güzel oldum…
Kolay kolay sinirlenmem ola ki sinirlendim diyelim; eyvah! kırmızı alarm!
Yanımda yöremde kim varsa uzaklaşsın çünkü gözüme öyle büyük bir perde iner ki! Hele de haksızlığa uğradıysam…
Ailem, arkadaşlarım ve dostlarım çok kıymetlidir. Öyle kolay kolay da dostluk unvanını herkese veremedim. Ama bir kez dostum dediysem de o bir ömür benimledir.
Bir ömür kaybettiğim ve bir daha göremeyeceğim dostlarımda oldu, telefon rehberimde adını halen silemediğim ve bir daha da asla göremeyeceğim…
Kilometrelerce uzağımda yüzünü bir kez dahi görmediğim ama başıma bir şey gelse ilk onun koşacağını bildiğim dostlarımda oldu.
Çok değerli hocalarım da oldu. Kendime olan inancımı ve ümidimi yitirdiğim zamanlarda uzaktan elini uzatıp kendime olan güvenimi kazandıran, beni bana tekrardan kazandıran, kulağıma bir ömür küpe olacak o sözleri ile ‘’Sevdiğin şeylerin peşinden git ve asla bırakma’’ diyen kıymetli hocalarım.
Hayatınıza giren her insan aslında bize bir şeyler katıyor, biz bunun farkında olalım ya da olmayalım.
Kimisi ders veriyor, kimisi mutlu ediyor, kimisi ise bizi büyütüyor. Kısacası tek başımıza çıktığımız bu uzun yolculukta bize eşlik eden o insanlar…
Elbette yediğim kazıklarımda olmadı değil, herkes gibi o duyguyu bende çokça tattım zaten öğrenmek de bu değil mi?
Hayatı öğrenmenin altın kuralı, çevrenden ve yakınlarından yediğin kazıklar her nedense seni daha güçlü kılıyor en azından ben öyle düşünüyorum.
Hayatta geçmez dediğiniz ne varsa geçiyor; kaybettiğiniz fırsatlar, kaybettiğiniz insanlar, hayalleriniz, aşklarınız, ertelediğiniz mutluluklarınız, yaşamayı isteyip de yaşayamadığınız hayatlarınız da buna dahil…
Kısacası geçmez dediğiniz ne varsa geçiyor. Biz insanoğlu her şeyi çabuk unutan bir canlı türü olduğumuz için acılarımızda, sevinçlerimizde anlık duygular olarak hafızamızda kalıyor ne yazık ki!
Hayat bana çok iyi bir öğretmen bende çok iyi bir öğrenci oldum.
Sürekli kendim ile yarıştım tek rakibim yine kendim oldum. Hayatta kimseyi kendime rakip olarak görmedim. Kimse ile de bir yarış haline hiçbir zaman girmedim. Bugün dünden daha iyi olabilmek adına sürekli okudum, araştırdım. Dostlarım kitaplarla olan bağımı çok iyi bilirler. En iyi dostlarım kitaplardaki tanımadığım kahramanlar oldu hep…
Haksızlıkların karşısında, ezilen ve sömürülenin hep arkasında durdum.
Şehir efsanelerine inanır mısınız?
Ben inanmak istemesem de bazen mecburi olarak inanmak zorunda kalıyorum.
13. Cuma günü dünyaya gelmiş olmam buna en güzel örnek diye düşünüyorum. Üzerimden yıllarca atamadığım şansızlığımı belki de biraz buna bağlıyorum. Böylesine uğurlu bir günde doğmak da ne bileyim herkese nasip olmaz herhalde( Bu kısmı elbette ciddi ciddi yazmıyorumJ)
Sakarlıklarımla ünlü bir insanımdır. Elimi attığım ya kırılır ya dökülür ya da bozulur. Böyle birde karma var.
Örneğin annemin evinde mutfağına girmem kesinlikle yasaktırJ
Elimi attığım ne varsa elimde kalmıştır hep!
Evet yazarlık ile nasıl tanıştım biraz da ondan bahsetmek istiyorum sizlere…
Bir gün sokakta yaşayan canlarla ilgili bir haber okudum bundan dört ya da beş sene önce, onlara yapılan zulümden bahsediyordu! bu yıllardır değişmedi zaten ‘’güçlülerin her daim zayıfları ezmesi.’’
Değerli bir gazeteci abim vardı onun aradım biraz da gazeten de şu masum yavrulara yer ver diye…
Aldığım cevap çok ilginçti.
Bana aynen şöyle söyledi;
‘’Otur da sen yaz’’
-Şaka yapıyorsun ben ne yazacağım?
-Sen ne yazacağını bilmiyorsan ben nereden bileyim?
Aldığım bu cevap karşısında çok şaşırsam da beni yazmaya yönelten o sihirli cümle olmuştu. Hayatımın dönüm noktası da diyebilirim…
O gün elime kalemi aldım ve bir daha bırakmadım.
Hayatımın hikayelerini yazarken kalemi başkalarının tutmasına asla izin vermedim.
Kendi hayat hikayemi kendim yazdım hep!
Yazmak benim için bambaşka hayatlara dokunmaktı.
Bazen hiç tanımadığım bir insanın hikayesin de onun acısını yaşarken kendimi bulurken, bazen de kendi zihnimde yarattığım kahramanlarım oldu.
O hikayenin gerçek kahramanlarının zihninin ve kalbinin en derin ve gizli odalarına girip tüm düşüncelerini söke söke almak, yaşamını buğulu bir camın ardında gizleyen o gizli perdeleri aralayarak onları bugünlere taşıyan öfkeyi, kederi ve hüznü oturup kalemim ve kağıdım ile buluşturdum.
Aslına biz yazarlar bir nevi namus işçileriyiz. Çünkü yazarın sorumluluğu budur. Çağında ki bütün kötü giden şeyleri yazmak...
Benim kalemim hiçbir zaman, hiçbir haksızlık karşında boyun eğmedi.
Çünkü yazar dediğin kalemine boyun eğer yapılan haksızlığa değil…
Haksızlıkların, eşitsizliklerin ve ezilmenin olmadığı daha adil ve daha eşit bir dünyada buluşmak dileğimle.
Dostça kalın…









0 Yorum